25 Aralık 2009

BEKLE !


Yapamayacağını söyleyemezsin. Neden? Neler yaptın bir bak! En kötüsünden en iyisine kadar bir bak ne şaheserler yarattın. Bir bak zaten sürekli yüzünün dönük olduğu geçmişe, daha dikkatli bak! Sen değil miydin aradığını bulan? Sen değil miydin bulduğuna tutunan, en zor anında? Sen değil miydin tam bırakabileceğin noktada bırakmayan tutunduğun dalı? Sen gitmek istedin en derine, karanlığa. Sen attın o kuyudan kendini. Sen yarattın o hayali kahramanı. Sen, seni çıkartman gerekirken, boşuna bekledin onu. Hepsini sen yaptın ve günü geldiğinde sen yüzleştin bu gerçeklerle. Sen anladın, sen anlatamadın. Sonra sen kim olduğunu sordun tekrardan, ne yapmak istediğini ama o dalı hiç bırakmadın biliyordun seni hayatta tutan dal o değildi ama sana güç veriyordu, olmalıydı. Bu gerçekle bile yüzleştin. Hayat dalını bıraktın, vazgeçtin ama o dalı bırakmadın. Sen çıktın gün yüzüne ama aşağıda yaşananlar seni değiştirmişti artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ve sen zaten eskiyi istemiyordun. Ama hiçbir şey iyi gelmedi sana ne orada ne burada olmak. Sen zorlandın tekrar yaşamak için. Sanki nefes almak yeterliymiş gibi geldi, dalların ne önemi vardı. Ara sıra değebildiğin suyla beslenip yeni dallar yarattın bilinçsizce. Belki onlar da bağladı seni, gidemedin. Gidecek neresi vardı biliyordun ama gidemedin. Tatlı tatlı hoşlandığın yalnızlıktan sonra acı yalnızlıklarla karşılaştın. Evet, çoğul yalnızlıklar! Bir değil ikisi, üçü birden geldi. Herkes bıraktı, vazgeçti senden. Haklıydılar uğraşamazlardı artık senle, çünkü seninle arkadaşlık bile uğraşılacak bir şeydi hele kan bağının olması felaket olmalıydı. Sende onlardan vazgeçtin, gururluydun çünkü. Sonra sıkıldın vazgeçtin, aradın ne önemi vardı artık onların, onlar sadece onlarken. Her gün başka hayaller kurdun, hepsi birbirinden farklı. Hepsi olmak, hepsini yaşamak istedin. Sonra baktın ki ne önemi vardı hepsinin hepsi sendin, hepsini yaşadın. Bir tek kendin olamadın, o anda duramadın. Bak işte neler yapmışsın. Düşün daha neler yapacaksın, daha ne yalnızlıklar bekliyor seni, daha ne dallar, daha neleri anlayacak ve anlatamayacaksın. Bekle biraz daha, senin için bir şeyler daha olabilir. Belki bir gün gidersin, gidilecek neresi varsa, hatta belki bir gün biri gelir belli mi olur…

13 Ağustos 2009

ayrılırken...



Sayılı gün çabuk geçer derler. Hakikaten öylemiş. Bu dünyanın bir ucuna geldiğim günüdaha dün gibi hatırlıyorum. Geri dönüş günüme 180 küsur gün olduğunu ilk hesapladığımda ne çok gelmişti. İlk geldiğimde tedirgindim, sonra heyecanlı, ardından endişeli, çoğu kez mutlu oldum. Ara sıra hüzünlü, hep özlem duydum ama hiç pişman olmadım. Son günlere geldiğimde geri dönüş için tekrar heyecanlı aynı zamanda bu mutlu ve güzel günlerin bitiminde yine hüzünlü burada da bir ailemi bıraktığım için. O kadar çok şey öğrendim ki ingilizce dışında. Hiç kimse için hiçbir şey olmadığın bir yerde yaşamanın ne demek olduğunu, sadece dili kullanmak için konuşmak ama dinlememek ve dinlenmemeye alışmanın ne acı verici olduğunu. Bazen arkadaşım dediğin insanların sadece günaydın ve hoşça kal dediğin insanlardan ibaret olduğunu. Kendi dilini konuşanların bile iki çift umut verici sözcükten insanı mahrum bıraka bildiklerini öğrendim. Gerçek yanlızlığın ve özgürlüğün ne olduğunu öğrendim, gittiğin bir yerde dünya üzerinde o an orda olduğunu bilen herhangi birinin bile olmadığını hissetmenin vazgeçilmezliğini anladım. Ben burada Dünya ile tanıştım, her ülkeden, her kültürden insanlarla tanıştım ve temelde herkesin aynı olduğunu yaşayarak gördüm. Bu savaşlar bir kez daha büyük derece anlamsızlaştı gözümde.

Sayılı çabuk gün geçti ve bitti. Bundan sonra ki yapacaklarım için elimde sayılı bir gün olmadığına göre sadece gelen günü mutlu geçirmek esastır. Nerede biteceğini bilmiyorsan durup beklemek manasız sadece devam edeceksin, yorulmadan, bıkmadan ve durmadan. Bunu yapabilmek için dönüyorum, tüm öğrendiklerimle…

06 Mayıs 2009

geliyorum...

“Bazen kalbimde, bazense midem de hissettiğim kocaman, karanlık bir boşluk var içimde. Ve bu boşluğa düşmemeye çalışan küçük br kız…” Yıllar önce yazmıştım bu satırlar ve sanırım yanlışlıkla bu karanlık boşluğa düştüm ben. Biliyorum, biliyorum… aylar sonra benden beklediğiniz yazı böyle başlamamalıydı. Ama neden olduğunu açıklıyayım. Biliyorsunuz, uzaklara çok uzaklara geldim ben. Dünyanın bir ucu dediğim bu yere gelirken, canımı acıtan herşeyi geride bırakmayı ve sadece umudumu yanımda getirmeye kararlıydım. Bavullarımı toplarken kuzenimin söylediği “yeni bir hayata başlıyorsun, yanında bu kadar şey götürmene gerek yok!” sözlerine kızmış olsamda, eşya olarak değil ama tüm canımı sıkan duygu, düşünce ve davranışlarımı çoktan kutulara yerleştirip eski odamın bir köşesine kaldırmıştım. Benim için önemli olan buydu. Bunu sözde değil, gerçekten yaptığımı buraya geldiğimde anladım. Gerçektende bir çok şeyi bırakıp gelmişim buraya. Ama asıl sorumu bırakmadım tahmin edeceğiniz gibi. “Neden?” Bu soru kafamı meşgul ediyordu ama eskisine oranla daha yavaş yavaş. Yani sanki cevabı bulmasının acelesi yokmuş gibi. Buranın temposuna uymuş gibi.

Bu aya kadar geride bıraktıklarımından biri de kendimle uğraşmamaktı. 2 ay kadar kendimi rahat bıraktım. Gerçekten çok huzur verici, rahatlatıcı bir şeymiş. Ama bir süre sonra herşey anlamsızlaşıyor, yani kendinle uğraşmadıktan, kendini anlamaya çalışmadıktan sonra benim için hayat bir anlam ifade etmiyor. 2 aylık tatil güzeldi ama buaraya kadar. Bu ben değilim, olamam. Ben sorular sormaya devam edeceğim ve cevapları bulamamaya. Nasıl otobüsten inerken şoföre teşekkür etmeye, bankada, markette, her yerde tek sıra halinde sıraya girmeye, barlarda sigara içelmediği gibi sokak kaldırımlarınında sadece yol kısmında sigara içilebildiğine kısacası bu kadar düzene inanmıyorsam, benimde bu boş, durağan hayatta yaşayabileceğime inanmıyorum. Karmaşadan vazgeçmem asla. Karmaşa varsa, çözülecek bir şeyler vardır ve çözülecek bir şeyler varsa orada uğraşılacak, çabalanacak şeyler vardır, anlaşılması gereken ve anlatılması gereken şeyler, işte ben tam da ordayım. Bundan vazgeçmem, vazgeçemem…

Bu kadar uzun lafın kısası ben geri döndüm, fiili olarak değil, daha var ama şimdiden hissedebilirsiniz. Geliyorum…

08 Şubat 2009

gidiyorum...


Gidiyorum… Sanırım… Öyle görünüyor şimdilik. Hiçbir şey için büyük konuşmak istemem. Ama gidiyorum…

Dünyanın bir ucuna hem de. Hani şarkılarda, film repliklerinde geçtiği gibi değil. Gerçekten dünyanın bir ucu…  20 gün sonra bir okyanusun boşluğuna ve sonsuzluğuna bakıyor olacağım. Ama gökyüzü hep aynı kalacak, bulutlar, yağan yağmur damlaları aynı şekilde ıslatacak beni. Güneş aynı şekilde yakacak belki biraz derecesi az olacak ama yine oksijen solumaya devam edeceğim belki daha temiz olacak. Dünyanın bir ucu da olsa ben yaşamaya devam edeceğim, nefes almaya devam ettiğim sürece dünya hep aynı olacak, etrafımdakiler değişse de. Ben,  beni yanımda götürdüğüm sürece her yer bana ait olacak biliyorum. Özleyeceğim. Birçok şeyi... Ailemi, arkadaşlarımı, yatağımı, odamı, kitaplarımı, filmlerimi, İstanbul’u, boğazı, Bursa’yı… Ne çok şey varmış özleyeceğim. Ama umudum var. Oradan dönerken özleyeceklerimin en az bunlar kadar hatta daha fazla olması için.  Çok kısa bir zaman önce hiçbir şey yapacak gücüm ve umudum yokken, şimdi o sonsuz okyanustan yardım bekliyorum. Bana huzuru versin, orada yaşamak için bir umut versin ki yaşabileyim. 

05 Ocak 2009

karanlığın ardında ne var?










“Büyük bir boşluk… Bazen midemde hissettiğim, bazense de kalbimde. Simsiyah, büyük bir boşluk… Çoğu zaman bu boşluğun uzağından geçmeye çalışan küçük bir kız var içimde. Ama bazen uçurumun kenarına gidiyor. Boşluğa bakıyor. Biliyor göremeyeceğini hiçbir şey ama yine de bakıyor. Kızıyor bazen bana, onu kaybettiğim için. Uçurumun kenarında, karanlığa bakarken buluyorum onu. Parmak uçları boşlukta, bir milim daha ilerlerse düşecek. Çoğu kez onu kurtarıyorum. Fakat bazen aklımdan sorular geçmiyor değil. Düşse boşluğa diyorum, karanlığın içine… Ne olacak? Karanlığın ardında ne var? Belki de iyi şeyler… Hep korkutuyor karanlık insanları. Ne olduğunu bilmediğimiz için belki de. Hiç tanımadım öyle cesaretli birini. Kimse merak etmiyor mu karanlığın ardında ne olduğunu? Her karanlığın içinde bir aydınlık, her aydınlığın içinde bir karanlık var mı? Cesaretli olmalı mı?”

Bu paragrafı 2003 yazında yazmıştım. Dün gece gördüğüm kötü rüyanın etkisiyle sabah ezanında uyanınca aklıma gelen ilk şey bu paragraftı. Döndüm, döndüm ama uyuyamadım. Böyle zamanlarda en iyisi içindekileri kusmaktır. Kalkıp defteri ve kalemi aldım elime. Başladım yazmaya. Yazdıklarımın tümü yazmayacağım. Başta yazdığım paragrafın neden aklıma geldiğini söylemem gerekirse; gölgelerin gittiği, bulutların dağılmaya yüz tuttuğu şu günlerimde net olarak gördüğüm bazı şeyler var. Biliyorum ki karanlığın ardında ışık yok sadece daha da karanlık var. Zamanla karanlığa alışıyorsun,  sanki her yer aydınlanıyormuş gibi geliyor. Hâlbuki karanlık sadece karanlıktır. Biliyorum…